Bir Fotoğraf Hikayesi(Kabe-i Muazzama)
- dergifikrihal
- 20 Ağu 2020
- 5 dakikada okunur
Çok uzun zamandır hakkında yazmak istediğim fakat bir türlü kalemimi oynatamadığım, yeryüzünün en ihtişamlı kelimesinin ifade etmekte yetersiz kalacağı mekandan bir fotoğraf hikayesi anlatmak isiyorum.Bu mekan görmeyenler tarafından anlatılmakla kesinlikle hep bir yanı eksik kalacak, o mekanda bir kez olsun nefes alanların ise anlatılan bütün masallar ne de azmış dediği bir mekan. İnsanın birçok farklı duyguyu aynı anda yaşadığı, dünyanın bütün gereksiz telaşından uzakta kaldığı, varlığının bir anlamı olduğunu en derin hatlarıyla hissettiği bu mekanİslam’ın kalbi olan Mekke.O topraklara ayağım değmeden önce anlatılanlar hep havada kalırdı. ‘Anlatmak yetmez yaşamanız gerekir’ diyenlerin bazen abarttığını bile düşünürdüm. Öyle ya sınırsız bir iletişim gücüne sahip olan insan için bir mekanı anlatamamak neden? İnsan sevgili okur,hep hükmünü cebinde taşır. Fikrinin yetemediği yere yetirmek için. Orada bulunduğum 15 günün her bir saniyesinde orada olduğuma inanamazken, aciz fikrim gelip yetmişti imdadıma ‘gidenler biraz da abartıyor’ diye. Şimdi yinede ne kadar eksik kalacağını bile bile sevgili okur şu yarım kalemimi bu muhteşem kare için çevireceğim…
Üniversiteyi okuduğum şehirden ailemin yaşadığı şehire sekiz saatlik bir yolculuğun sonunda gece yarısında varabilmiştim. Gece üç gibi tüm yorgunluğumla yattığım yatağımdan sabah saat dokuzda yine aynı yorgunlukla kalkmıştım bile. Hayatımın birçok ilkini bir arada yaşayacağım ve birçok tedirginliği içimde taşıdığım 15 günlük bir yolculuk için hazırlık yapmak, memleketimdeki hısım akraba ile vedalaşıp onlardan helallik almalıydım. İlk defa yurt dışına çıkacaktım. Dili, yaşam standartları, kültürü konusunda en ufak bir fikrimin olmadığı bir ülkeye sadece abim teyzem ve kuzenim ile birlikte gidecektim. Heyecanlıydım çünkü islam coğrafyasının yaşayanları bu topraklara gidebilmek için adeta bir pervane gibi tutuşuyorlardı. Korkuyordum çünkü her ne kadar gittiğim yeri bilsemde neyle karşılacağımı kestiremiyordum. Tedirgindim çünkü gittiğim yerin hakkını verebileceğimden emin değildim. Valizime bu düşüncelerimi de yerleştirdikten sonra nihayet havaalanına gitmek için arabaya binmiştik. Bir gece önceki yorgunluğun bir ucuna bu yorgunluğu da ekleyerek sabaha karşı bineceğimiz uçağa binmek için gecenin ilk saatlerinde yola çıkmıştık. Havaalanı gecenin sessizliğinden hiç nasiplenmemiş gibi kalabalık ve canlıydı. Daha Mekke’ye gitmeden oranın düsturunu almaya başlamıştık. Uçağa binmeden hepimiz birer hacı adayı olmuştuk.Hepimiz ihrama girmiş, hayatımızın belkide yepyeni sayfasını kurduğumuz niyetin kaideleriyle karşılıyorduk. Uçak fobisi olan bir insan için gece yolculuk yapmak ne kadar zormuş. Gün ışıldarken sanıyorum ki sadece ben ve pilot bey uyanıktık. J Hava aydınlandıkça uçaktakiler uyanmaya başlıyor ve uçak hareketleniyordu. Hocalar konuşmalar yapıyordu. Allah’ım herkes benim gibi miydi? Herkes benim gibi mi hissediyordu? Ne tuhaf bir his o yaşadığım an. Bir isim, bir açıklama eklemek istediğim bu duyguyu neden ifade edemiyordum. Kalbim yerinden çıkacak kadar heyecanlıyken nasıl olabiliyorda aynı anda bu kadar sakin kalabiliyordum. Cidde’ye inmiştik. Pasaport işlemleri, valizlerin otobüslere aktarımı, otobüse yerleşmek gölgem gibi beni izleyen yorgunluk treninin bir vagonu olmuştu. Artık büyük buluşmaya çok az kalmıştı. Zaman ne karmaşık bir kavrammış meğer. En fazla iki saatlik bir yolculuk belkide hayatımın en uzun süren yolculuğu gibiydi. Hiç bitmeyek sonsuz bir döngüde sürekli yol alacaktık sanki. Bütün heyecanımla kavuşmayı beklerken ben, vuslatın o kadar kolay olmadığını öğretiyordu Hak. Otele gelip valizlerimizi yerleştirdiğimizde vakit ikindiye çalıyordu. Gün hasılasını devretmeye başlamıştı ve biz yolculuk dışında hiçbir şey yapmamıştık, sanki zaman hiç akmamıştı. Kuzenim tecrübenin ona verdiği haklı olgunlukla ‘kavuşmayı bekleme zira hiç beklemediğin bir anda vuslat gerçekleşecek’ demişti. Hayatımda kaç kere bir olaya böyle odaklanmışımdır belkide bu ilkti. Ama bütün dikkatim ve ilgime rağmen kuzenim haklı çıktı. Yeryüzünün en şerefli mekanına gitmek için artık sadece beş dakikalık yolumuz kalmıştı.
Mekke sokaklarında dolaşırken tarifsiz bir heyecanla,hocalar bize en ince ayrıntısı ile tüm yapılması gerekeni anlatıyordu. Otobüsten indik, yürüdük… yürüdük… ve yine yürüdük… On dakikalık bir yürüme mesafesi ardından çok ama çok yaklaştığımızı keskin bir şekilde değişen yapı farklılığından anlayabiliyorduk. Öyle ya insan içinde yaşadığı duygu ihtişamını, adımladığı mekanda da en ince detayına kadar hissedilmeliydi. Rakamsal karşılığı yüzleri bulan kapıların bazılarını geçiyorduk. İşlemeli kolonları, beyazın bütün tonlarını teker teker geçiyorduk. Ama şu bir kuş yüreği gibi çırpınan yüreğim bir türlü yerini bulamıyordu. Türlü türlü insana çarpan gözlerim aradığını bir türlü bulamıyordu. Sonra bir anda durduk. Duran bedenlerimiz değildi ki sadece. Keşke o kadar kolay olsa. Aldığım nefes soluk borumda durdu, sese dair her şey durdu, hareket denen nesne tamami ile durdu. Varlık durdu. Sadece gözlerim ve kalbim durmadan hareketlerine devam ediyordu. İlk karşılamamızda ne kadar uzaktaydı halbuki ama aramızdaki mesafeye rağmen tüm ihtişamı, heybeti ve sakinliğiyle insanın aklını akılsız bırakıyordu. Yaklaştık… yaklaştık… ve yine yaklaştık. Artık aramızda ne bir kolon ne bir duvar ne de bir Allah’ın kulu vardı. “Allah’ım!” dedim “Allah’ım ben nasıl bir hayıra bulaşmıştım ki sen lütuf gösterip beni evinin yanıbaşına kadar uçurudun.” O an şahit oldum insanın ne kadar yaşarsa yaşasın hiç tatmadığı, adını bilmediği bir duygu varmış. Sevgi, aşk, heyecan, hüzün, mutluluk… hepsinden daha üstün, hepsinden daha anlamlı. Eskiden bilmeyenler derlerdi ki örtüsünde bir hikmet var her daim yeryüzünün en güzel miski kokar. O an yine şahit oldum insanın daha önce hiç ciğerlerine çekmediği bir koku varmış. Hikmet kokuda değil elbet. Her vakit namazından önce çok büyük bir özenle yeryüzünün en güzel miski ile siliniyor örtüsü. Ama bir hikmet varki aynı anda yüzlerce hatta binlercesinin elinin değidiği bir örtü aynı tazelikte aynı güzellikle kokmakta. Hep düşünüp bir olurunu bulmaya çalışırım; üç kişi elini sürse herhangi bir yere kirlenirken, binleri selamlarken aynı yer nasıl olurda bu ihtişam bozulmaz. Belkide hikmet insanın inanmak istediğinde saklıydı. O an şahit oldum ki insanlık en basit koreografide bile senkronu tutturabilmek için aylarını verirken, zamanın en büyük topluluğu tek bir prova yapmadan en uyumlu senkronu sahneleyebiliyordu ve bunu yaparken ortak bir dile, ortak bir kıyafete, ortak bir cüsseye gerek duymadan tek bir ses ve tek bir inanışa göre hareket ediyordu. Herkes kalbinin adımını takip ederek hayatında daha önce hiç karşılaşmadığı ve belkide bir daha hiç karşılaşmayacağı insanlarla aynı uyumu yakalayabiliyordu. Yerde onlarca farklı dil konuşulurken, gök kubbede tek bir tını göğü çatlatıyordu: “Lebbeyk Allahumme Lebbeyk!”
Başlangıçların en güzel hali; Hacerü’l-esved. Herkesin aynı noktaya geldiği ve o noktadan o muhteşem ahenge karışıtığı yer. “Bismillahuallahuekber!”diyerek elimle selamladım hacerü’l-esdved’i. Kar beyazı parkeleri adımlamaya devam ettikçe tarifsiz bir heyecan ve şaşkınlık taşıyordum. Sürekli “ben gerçekten burada, bu mekanda mı yürüyorum? Karşımda gerçekten bütün heybetiyle duran senin evin mi ya Rab?” diyordum. Kalpteki hissiyat öyle kuvvetli ki kabullenip, idrak etmek bir hayli güç. İnanışa göre mahşerin provasıdır bu ibadet. Bunun ne demek olduğunu insan kendi ile başbaşa kalıp, kendi kendini hesaba çekmeye başlayınca anlıyor. Kulağa ne kadar değişik geliyor değil mi? Dili, ırkı onları aşan binleri bulan bir kalabalığın ortasında insan Rabbi ile başbaşa kalabiliyor. Kendi yaptıklarına mahçuplanıp, yapmadıklarına içerleyebiliyor.Eksikliğini, yetersizliğini anlayıp yeryüzündeki bir zerre olduğunu fark edebiliyor. Yaşadıklarının ve yaşayacaklarının ne kadar boş olduğunu anlayıp yalnızca orada dönmek istiyor. Yorulmak, susamak nedir bilmiyor. Yaptığı sadece dönmek olsa belki yorulur hatta usanır insan. Ama sadece dönmüyor ki benliğine yeni bir boyut, bundan sonra yaşayacağı hayata bir mana arıyor. Dertlerini bir bir döküp, omzundaki yüklerden kurtuluyor. Dönüyor, döndükçe Rabbi ile konuşuyor. “Böylesi kirli bir dünyada burası ne büyük bir nimet Ya Rab.” Diye içimden geçirirken artık günü bitiriyorduk.
Bütün korkularımın, tedirginliklerimin boşa olduğunu anlarken ihramın son görevini yerine getirip saçlarımızdan bir tutam kesmiştik. Ruh alemim o kadar karışık ve aynı zamanda berraktı ki. Karışıktı çünkü daha önce hiç tatmadığım birçok olguyu aynı anda yaşıyor ve adlandırıp, anlamlandırmaya çalışıyordum. Berraktı çünkü bu zamana kadar yaşadığım hiçbir şey beni bu kadar huzurlu ve dingin hissettirmemişti. Bizi Mescid-i Haram’dan otele götürecek olan otobüslere doğru ilerlerken saat 10’u bulmuştu. Ben peşpeşe çok yoğun geçen bu üç günün gecesinde bütün uykusuzluğuma ve yorgunluğuma ek olarak adım sayara göre 15 kilometre yol yürüyüp, 31.000 adım atmıştım. Bedenimde hissettiğim tek şey ise hafiflikti. İnsan aldığı nefeste hafiflik hissedebilir miydi? Hissedebilirmiş. Yüzeyde kapladığım bu koca gövdeye rağmen ayaklarımın üzerinde bir kuşun tek bir tüyünü taşıyor gibiydim. Hafifliğimi tanımlarken kuşun kendisi bile ağır kalabilirdi çünkü. O an ben dünyanın en mutlu insanıydım ve bir daha hiç bu kadar güzel hissedemedim.
Bu üç sayfaya on üç sayfa daha eklesem yinede yetmeyecekmiş gibi hissediyorum sevgili okur. Yananın halinden ancak yanan anlarmış ya işte tam bu misal. Bazı hisleri yürekten karşılayabilmek için bilmek gerekir o yüreğin alfabesini. Bende bu dili öğrenmeden evvel konuşulanı anlar sanırdım. Bilememişim anladığım benim gafletimmiş. Demiştim ya sevgili okur insan hükmünü hep cebinde taşır..
Rümeysa BEDİRHANOĞLU

Comments