BİR FOTOĞRAF HİKÂYESİ (BALKONLU EV)
- dergifikrihal
- 20 Kas 2020
- 4 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 2 Ara 2020

‘Hadi’ dedim anneme ‘kalk şöyle adımlaması kolay olan memleketi bir turlayalım.’ Taktık maskeleri malum pandemi maske mesafe önemli. Çıktık, artık yürümeye hazırız. Hava olacaklardan haberdar, sonbahar şanına yakışacak şekilde çiseli yağmurlu ama soğuk değil. Bahçe kapısını çıkmadan temiz havayı maskenin altından yarım yamalak soluduktan sonra ‘tam yürümelik hava’ dedik. Kafamızda bir rota belirleyip başladık yürümeye. Hükümet konağının bahçesinden geçip hastanenin oradan önce aydınlık evler camiinin önüne gelecektik. Daha sonra Mamahatun Camiinin son halini görmek için şöyle bir bakıp Mamahatun türbesine bir fatiha okuyup yanan okula doğru yürüyüp meteorolojinin yanından aşağıya vurdun mu? Dolaşmış olacaktık memleketin dörtte üçünü. Yürüdük yürüdük Hükümet konağının bahçesini baştan sona değişmişler. Bazı şeylerin varlığına alışınca her ne kadar eskimişte olsa yokluğu biraz kırıyor. Orta büyüklükteki bahçesinde aslanlı süs havuzu vardı. Turuncu mermer renginde. Havuzun devamında minyatüre yakın bir köprü ve onları süsleyen çiçekler, ağaçlar... Hepsini kaldırmışlar. Yerine son derece modern minik ağaçlar, kenarlarında beyaz taşlar, yepyeni çardaklar ve o çardaklara giden minik minik patikalar. Bahçe sonbaharın hükmüne rağmen yeşilliği ile solmuş ağaçları kıskandırmaya aday. Peyzaj olarak çok muntazam olmuş ama eksikliği var sanki. ‘ Değil mi anne eksilmiş sanki bir şeyler bahçeden; bir havuz bir taş gibi değil, sanki ruhunu da almışlar gibi?’ ‘Alışmıştı ya gözümüz belki de onu arıyoruz’ dedi annem. Gözümüz alışınca gönlümüzde alışmıyor muydu? Gözümüzün aldığı kadarını gönlümüz eylemiyor muydu sahi? Hükümet konağının arka bahçesinden hastanenin yoluna çıktık. Aydınlık evler camiinin yokuşunda bir ekmek kokusudur ki tüttü burnumuzda... Bilen bilir, bu çok huzurlu, yumuşak, insanın içinde hafif bir tebessüm uyandıran bir histir. Bu koku açlığı tetiklemez. O sıcaklığın verdiği bir sürü tatlı hissi anımsatır. Yokuştan yukarı çıktık. Babamın çocukluk mahallesi ‘eskiden evler hep buralardaydı, aşağıda kimse yoktu bir tek Fırat Nehri işte.’ dedi annem. Şimdi öyle mi? Eski memleket buradayken şimdi cansız evleri bile yok onlardan kalan. Babamın çocukluk evi mesela şimdilerde bir park olmuş. En azından içinde oynayan, babamın çocukluğunu diri tutan bir park olsaymış. Ama park oldukça kimsesiz. Ne tuhaf kişinin kaderi mekana da yansıyormuş demek. Bizim buralarda eski taş evler var tarihleri bir hayli eskidir. Onlardan bir tanesini geçerken annem anlatmaya başladı; ‘ İşte bu ev benim hocamın eviydi.’ Ailesini kardeşlerini şimdi nerde olduklarından bahsetti. Kimi daha önce tanıdığım gördüğüm konuşma imkanı bulduğum memleketin sayılı değerleri. Kimine ise yaşımın el vermediği sadece ismen tanıdığım insanlardı. Hemen ilerisinde benim ilkokulu okuduğum okulu geçtik. Biraz ilerleyince annemin çocukluğunun geçtiği mahalledeydik şimdide. Her o mahalleden geçtiğimizde olan şey yine oldu ve annemim gözleri doldu. Annemin çocukluk evi duruyordu. Ama değişmiş, yabancılaşmış annemin anılarından uzaklaşmış bir şekilde. Annemin çocukluk evi birkaç kez el değiştirmiş annem yıllar yıllar sonra içini çok merak etmiş ama bir türlü görme fırsatı olmamış Evin son sahipleri bir odasında tuhafiye malzemeleri satıyormuş. Annemde bunu duyunca fırsat bu fırsat demiş gitmiş çocukluk evine. Çalmış kapıyı girmiş ben iplerinize bakmak istiyorum diye içeriye. Ama benim duygusallığı deniz kadar çok olan annem başlamış ağlamaya kadın şaşkın annem biraz mahcup açıklamış asıl geliş sebebini. Bunu bana ilk anlattığında yüzünde bir kırıklık vardı. ‘Çok değişmiş Rümeysa içi dışı çok değişmiş’ demişti. Değişmesi mi onu kıran yoksa anısında kalan şekliyle bulamaması mı bilemiyorum? Mamahatun camiine çıkan yokuşu tırmanırken bütün komşularını birer birer saydı. ‘Burada falanca kişi oturuyordu. Burada bu kişi' diye diye yokuşun başıma gelince beni oldukça şaşırtan bir şey söyledi. ‘Kış olunca eline poşeti alan çıkardı bu yokuşun başına akşama kadar kayar dururduk. Canım anam hiç üşenmez, hiç söylenmez aklar paklar bizi kurutur yine yollardı oyuna. Ki o zamanlar çamaşır yıkamak bir dert, soğukta kurutmak bir dert.’ Buna bir hayli şaşırdım çünkü benim annem oldukça sakin, ağır başlı yerine göre çok ciddi bir kadındır. Elbette ki oda çocuktu ve çocukluğunun gereğini yapmıştı. Ama annemi hiç öyle görmediğim için hayal etmem bir hayli zor oldu. Mamahatun Camiinin önüne geldik ama içine giremedik. Evveliyatı cumhuriyetin nerdeyse ilk yaşlarına dayanan Cami büyük bir restorasyondan geçti. Hatta kazılar sırasında altında Kurtuluş Savaşı zamanından kalma patlamamış el bombaları bulundu ve tadilatı bu yüzden uzun süre sekteye uğradı. Ama artık son işlemler yapılıyor. Bahçe düzenlemesi gibi küçük ayrıntıları kalmış. Devam edip Tarihi Saltuklulara dayanan Mamahatun türbesinin önüne geldik. Mamahatun bu memleketin hem en büyük tarihinin hem de efsanesinin sahibi. Neredeyse bin yıldır yerinde duran Türbe, kervansaray ve hamam bizim memleketin en nadide üçlüsü. Gereken önem her ne kadar vergilemezse biz fatihamızı okuyup ‘Şu bahçeye biraz baksalar keşke’ diyerek devam ettik yolumuza. Yanan okul adından belli, tarihini bilmediğim bir zamanda büyük bir yangınla ün yapmış. Eskilere orayı tarif edecek olsan ‘yanan okulun orası’ dedin mi herkes bilir, anlar nereyi dediğimi. O okulda eski taş binalardandır. Zamanının elit kesimin yaşadığı yere gelince annem yine tanıtmaya başladı. ‘Burada bu hoca oturur, burada bu öğretmen oturur.’ diye. Bu yeşil biraz eskimiş balkonlu evin önüne gelince annemin ağzından dökülen cümle beni bir hayli düşünmeye sevk etti. ‘Eskiden buradan geçerken ne özenirdik evin balkonu var ne güzel ev ne büyük lüks diye. Eskiden ev eşya bilmezdik duvarını örüp çatısını dikince bulunmaz nimet oluyordu. Şimdi ise değil iki oda bir balkon, on oda üç balkon bile mutlu etmeye yetmiyor kimseyi. Şimdi içini dışını öyle süslüyor öyle beziyoruz yine de yetmiyor bu bize kafi deyip çekilmiyoruz kenara.’ ‘Dur’ dedim anneme ‘Dur da şu evin bir fotoğrafını çekeyim.’ Fotoğrafı çektim. Yürümeye devam ettik eve gidene kadar annemin son söylediklerini düşündüm.
Lüks nedir? Bir evin balkonu mu lüks? Yoksa daha fazlası mı? Bu hikaye yokluk yoksulluk hikâyesi değil. Bu hikâye olanın sadece yettiği değil olanın mutlu ettiği bir hikaye. Bir evin balkonu bir kıskançlık değil bir gıpta. Eskiler neden bu kadar mutluydu sahi? Bu yokluk, yoksulluğa rağmen insanları güçlü ve mutlu kılan neydi? Şimdi bu kadar severken biz eşyayı yine de mutsuzken, onları yine de mutlu eden neydi? Annemin ‘Bir çatı, dört var. Bulunmaz nimet’ derken sözündeki gizem neydi gerçekten? Sahi sevgili okur bize yetmeyip duran, bizi mutsuz kılan değerlenip durduğumuz hayatın içinde annelerimize yeten neydi?
Rümeysa BEDİRHANOĞLU
Comentarios